Nazan Bekiroğlu Nar Ağacı'ndan sonra merakla beklenen yeni
romanı Mücellâ'da bizleri 1920-1970'li yılların Türkiye'sinden nostaljik bir
hikâyeyle buluşturuyor. Mücellâ, genç Cumhuriyet'le yaşıt bir kızın, unutulmuş
kumaşların, kokuların, alışkanlıkların, iğne oyalarının, kimi yarım kalmış kimi
tamamlanmış aşkların, hayatı seyretmekle yaşamak arasında gelip giden
kadınların romanı.
Zamanın daha ağır aktığı, hayatın ritminin daha çok mahalle
aralarında karar bulduğu vakitler. Gaz lâmbasının ışığında içilen nohut
kahvesinin ağızda buruk bir tat bıraktığı dönemler. Arka planda Türkiye, pek
çok çalkantının içinden geçerken bile kendini bildi bileli çeyiz işleyen bir
genç kız Mücellâ. Adım adım hayattan çekilirken bunu neredeyse hiç fark
etmeyen... Neyi beklediğini bilmeden bekleyen... Derken günün birinde,
kıyısında kaldığı hayata son bir çabayla dönmek isteyen...
Sümbül kokulu bembeyaz yastık kılıfları, kanaviçe işli
peçeteler, uçları fistolanmış havlular, çeyiz sandıkları arasında… Hanımeli,
yasemin ve leylâk kokulu yaz ikindileri gibi uzun kış gecelerinde de, ya
çardağın altında ya hep o soldaki pencerenin içinde... Mücellâ'nın dupduru ve
çarpıcı hikayesi.
Her sevgi insanın kendisini eşsiz hissetmesiyle başlarmış.
Bense senin eşsiz olduğunu hissettim. O yüzden benim ruhuma düşen şey senin de
ruhuna düştü biz ikimiz bir ırmak köprüsünün korkuluklarına yaslanmış suya
bakarken ve şairliğim tuttu. Sandım ki çoktum, bir oldum. Eğriydim, doğruldum.
Yitiktim bulundum. ..
İyi de affa değer olanı zaten herkes affeder. Asıl af, affa
layık olmayanı da affetmek değil mi?
Tıpkı vicdan gibi. Onu kaybetmeye en fazla hakkımız olduğu
anda koruyabildiğimiz şey değil miydi vicdan?
Her aşk insanın kendini eşsiz hissetmesiyle başlarmış. Bense
senin eşsiz olduğunu hissettim. O yüzden benim ruhuma düşen her şey senin de
ruhuna düştü biz ikimiz bir ırmak köprüsünün korkuluklarına yaslanmış suya
bakarken ve şairliğim tuttu.
Sevda dediğin ne ki? Tarifsiz bir tanışıklık duygusu.
Sebepsiz bir gülümseme arzusu. Rüzgâr esti. Mantonun düğmelerini iliklerken sen
de bana gülümsedin. Sen bana gülümsediysen bu sana değil bana bir şey katmış
demekti.Acaba? Bu ümit bile yetti.
Aşka açılan her kapıdan bir felaketin gireceğine sarsılmaz
inancı vardı. Pek haksız da sayılmazdı hani. Yolu aşka uğrayıp da bedbaht
olmamış tek fert yoktu ona göre dünya yüzünde.
Neyyire Hanım'ın aynalarla arası iyi değildi.Evinde en büyük
ayna işte şu yarım aynaydı ve aynalarla arasından su sızmayanlardan da hiç
hazzetmezdi. Ona göre, aynalar hiç tekin şeyler sayılmazdı.İnsanı olduğu gibi
gösterse de canını,ruhunu yansıtmayan bu yüzeylerin önünde fazla durmaya
gelmezdi ve insanın kendi şekli şemaliyle fazla uğraşması da hayra alâmet
değildi. Ayna işte ! Başının örtüsünü bağlarken, mantonun düğmesini iliklerken,
oranı buranı düzeltirken geçersin karşısına. Ama o kadar.
Her sevgi insanın kendisini eşsiz hissetmesiyle başlarmış.
Bense senin eşsiz olduğunu hissettim. O yüzden benim ruhuma düşen şey senin de
ruhuna düştü biz ikimiz bir ırmak köprüsünün korkuluklarına yaslanmış suya
bakarken ve şairliğim tuttu. Sandım ki çoktum, bir oldum. Eğriydim, doğruldum.
Yitiktim bulundum.
Aşk curuyunce ondan boşalan yere aniden gerçek doluvermisti.
Geçmez deme geçer. Her şeyin dönüşü var. Günahın bile affı
var. Düzelmez deme düzelir. Dönülmez deme dönülür. Geçmişin telafisi
gelecektir.
Zaman iyi bir öğretmendi ama bu ne pahalı bedel, bu ne
kabadayı bilgiydi.
İyi de affa değer olanı zaten herkes affeder. Asıl af, affa layık olmayanı da affetmek değil mi?
YanıtlaSilAltını çizdiklerine bayıldım, hele şuna. Ne güzel ifade etmiş hakkaten^^