İNCELİK ASLINDA BİR ÇEŞİT AKIL OKUMADIR.

16 Kasım 2025

 


İnsan 50 yaşından sonra arkadaş yapamıyor kendine. 
Koca yapıyor, eş yapıyor, çocuk yapıyor, 
arkadaş yapamıyor. 
Yapsa da eskiler gibi olmuyor. 
Halbuki uykuya dalar gibi arkadaş olurduk okuldayken. Arkadaş olmak için yaratılmış gibiydik.
Bir hafta içinde böbrek verecek hale gelirdik.
Neden olmuyor bu işler 50'sinden sonra..
Oysa o ne güzel bir iştah, o ne güzel bir açlıktı...
Herkes herkese açtı. Seçer, bulur buluştururduk "ruh ikizlerimizi." 
Ne de çok ruhtaşımız vardı. 
Hiç açıkta kaldığımı hatırlamıyorum..
Ölümüne sevdiim, uğrunda her şeyi göze alabileceğim, her şeyiyle güzel, 
her şeyiyle doğru, her şeyiyle kabul ettiğim...
Şimdi ne zor. Herkes kapalı kutu. 
Herkes kapanmış, kaplumbağa olmuş.
Bir kahve içimi zorlu randevulara bakıyor. 
Yatıya kalmak bir tabu.
Evler de gönüller de sımsıkı kapalı. 
Gençliğin en çok bu yanını özlüyorum.
Ne güzelliğini, ne diriliğini, ne başıboşluğunu. Aynı yazarı, aynı şairi seviyoruz diye kuruluveren dostlukları özlüyorum.
Birbirimize yazdığımız o uzun, o sapıklık derecesindeki ayrıntılı mektupları özlüyorum. 
Birbirimizi eleştirmeyişimizi özlüyorum. 
Birbirimizin dedikodusunu yapmayışımızı özlüyorum. 
Sevgili olarak kimseleri yakıştırmayışımızı özlüyorum.
Arkadaşımı koruyacağım diye annemle yaptığım şiddetli kavgaları özlüyorum.
Kavgayı değilse de kavganın altındaki ruhu özlüyorum. Dünyaya karşı arkadaşımın koruyucu meleği olmayı özlüyorum. 
Veya öyle olduğumu sanmayı...
Çocuğum olsaydı tek bir arkadaşında bile kusur bulmayacaktım. Öyle söz vermiştim kendime. 
Bırakacaktım arkadaşlık uykusunda mışıl mışıl uyusunlar.
Bırakacaktım eve istedikleri gibi girip çıksınlar. 
Bırakacaktım istedikleri gibi buzdolabını talan etsinler. Bırakacaktım istedikleri gibi sevsinler. birbirlerini.
Tek bir laf etmeyecektim. 
Kimseyi evine yollamayacaktım. 
Kızımın arkadaşı kızım, oğlumun arkadaşı oğlum olacaktı.
50'sinden sonra arkadaş yapılamıyor. 
Kötülükten değil. 
Başka bir şey. 
Ama neden çözemiyorum...

NİKAS SAKO


Herkese güzel bir hafta diliyorum. Sağlık, mutluluk, huzur dolu olsun günleriniz.



Dün sabah bu güzelliği doyurduktan sonra sergiyi açtım, migrosa gidip gazetemizi aldım, geri dönüş yolunda bir karı kocaya adres için yardımcı oldum. Yoldan kaldırıma geçeyim diye bir uzun adım attım, yerdeki çamuru geçerim sandım, geçemedim sporlar çamurda kaydı ben 2, 80 sol yanımın üstüne düştüm:)) sonuç sol diz kıvrılmıyor, kırık yok kütür kütür ediyor resmen, kremle yumuşatmaya çalışıyorum, yarın pazara çıkar mıyız Allah kerim 😩😔




MAHCUBİYETİN İNCELİĞİ 

İnsanın yüzü, kalbinin aynasıdır. 
Bazen utanırız; gözlerimizi kaçırır, başımızı eğeriz. Çünkü mahcubiyet, vicdanın ince sızısı, insan olmanın zarif bir yankısıdır. 
Ancak modern çağ, utanmayı bir kusur sayıyor. Kişisel gelişim reçeteleri, durmadan öz güven aşılıyor. 
Utanmayı ve mahcubiyeti bir pranga gibi gösteriyor. 
Oysa biz biliriz ki, insanın utanacak hiçbir şeyi kalmadığında, kaybedecek en kıymetli şeyini kaybetmiştir: incelik duygusunu…
Nezaketin ve edebin hüküm sürdüğü zamanlarda, bir genç hata yaptığında mahcup olurdu. 
Kızaran yanaklar, iç dünyasında yankılanan ahlakın sessiz bir şahitliğiydi. 
Şimdi ise utanmamak marifet sayılıyor; her şeyin pervasızca dile getirildiği, yüzlerin kalınlaştığı bir çağdayız. 
Hâlbuki mahcubiyet, bir zaaf değil, insanın kendisine çizdiği sınırdır. 
Haddini bilen, hatasından utanan insan, insanlığını muhafaza edebilendir.
Bizim coğrafyamızda utanmak, bilgelikle iç içedir. Mevlânâ’nın, Yunus Emre’nin dilinde mahcubiyet, nefsin terbiye edilme hâlidir. 
Hallâc-ı Mansûr, “Ene’l-Hak” dediğinde mahcubiyetle gözyaşı dökmüş, Fuzûlî, aşkını dile getirirken incelikle eğilmiş, divan şairleri, sevgilinin nazarı karşısında mahcup olmayı bir lütuf bilmiştir.
Peki ya şimdi? 
Çocuklarımız utanmaktan utanır hâle geldi. 
İçine kapanıklıkla karıştırılan mahcubiyet, hor görülüyor. 
Hâlbuki doğru zamanda kızaran bir yüz, insanın yüzünü ağartır.
Mahcubiyet, kalbin titremesidir. 
İnsan, mahcubiyetle incelir, mahcubiyetle güzelleşir. 
Utancını kaybeden, aslında haysiyetinden de bir parça kaybeder. 
O yüzden, bırakın çocuklarımız gerektiğinde mahcup olsunlar. 
Bırakın, hataları karşısında başlarını eğsinler. Çünkü insan, kendini en çok, utanmayı bildiğinde bulur.

Hikmet Kızıl



İnsanın inşa aşamaları
Yazının devamında şöyle bir cümle de var;
Terbiye yolları karşımıza farklı insanlar çıkarabilir.


Gece ile gündüz ayırımı bir taşma bile yok:)))



Bu 24 detayı biliyorsanız…Duygu Asena’yı gerçekten anlamışsınız demektir.
1. Onun derdi hiçbir zaman kadınla erkeği karşı karşıya getirmek değildi; derdi, evlerin içinde yıllarca kimsenin görmediği sessiz ağrıyı tarif etmekti. Kadınların içini kemiren o adaletsizliği.
2. “Kadının Adı Yok” dediğinde, aslında evde sofraya oturmadan önce bile “Sen sus” diye susturulan, maaşı elinden alınan, kendi hayatında misafir gibi yaşayan kadınları anlatıyordu.
3. Kitabı yasaklandığında kırılmadı; çünkü bu ülkede kadının sesinin bedelli olduğunu biliyordu. O bedeli, birçok kadının adına kendi yüreğiyle ödedi.
4. Onu okuyan her kadının içinden aynı cümle geçti:
“Demek ki ben tek değilmişim…”
O cümle, yıllarca içe atılmış acının ilk kez nefes alışıdır.
5. “İyi aile babası” maskesinin arkasındaki soğuk sessizliği, duygusal tokatları, yok sayılan ihaneti ilk o cesaretle yazdı. Çünkü şiddet her zaman bağırmaz; bazen fısıltıyla öldürür.
6. Tokadın sadece eliyle vurulmadığını biliyordu.
Bir insanı her gün küçümseyerek, alay ederek, görmezden gelerek de yıkarsın.
Ve o dil yaralarının iyileşmesi yıllar alır.
7. Kadının kendi parasını kazanmasını “lüks” değil, hayatta kalmanın ilk şartı olarak gördü. Para, bir kadının nefes hakkıdır; yoksa sevgi bile bir gün ona karşı kullanılır.
8. “İyi kız ol” cümlesinin ardında,
“Sus… Katlan… Çözme… Bozma…”
komutlarının saklı olduğunu fark etti. Onun yazdıkları bu komutlara atılmış bir imzalı itirazdı.
9. Toplumun modern diye övündüğü birçok evde kadınların nasıl inceldiğini, nasıl görünmez olduğunu, nasıl içten içe kırıldığını yazdı. Perdeler kapalıyken yaşanan hayatı anlattı.
10. Aşkı masal gibi değil, gerçeğin kendisi gibi yazdı. Çünkü aşk bazen bir kadının kanatlarını açar, bazen de uçurumun kenarına sürükler.
11. Annelerin yüzünde gizlenen o büyük ağırlığı sezdi: Hem evin yükünü taşıyan, hem çocuk büyüten, hem de “Nankörlük etme” diye suçlanan kadınların sessiz çöküşünü…
12. “Kocam ne der?” diye yaşayan kadınların aslında yıllar önce kendi seslerini toprak altına gömdüğünü söyledi. Bir ses ölünce, kadın da biraz ölür.
13. Ona göre morarmış göz tek başına şiddetin kanıtı değildi.
“Sen anlamazsın.”
“Sen bilmezsin.”
“Sen beceremezsin.”Bu cümleler yıllarca kadınların ruhuna vurulan görünmez yumruklardı.
14. Birçok kadın onun kitaplarını gizlice okudu. Çünkü evdeki erkek “öyle şeyler okuma” diyordu. O kitaplar, ışığı perdeden değil, satır aralarından alan kadınların isyanıydı.
15. “Evliliği yıkıyor” dediler.
Oysa o, evliliği değil, adaletsizliğin üzerini örten yalanı kırmak istiyordu.
16. Bu ülkede kadının kahkaha atmasının bile ayıp sayıldığı zamanlarda, onun sadece “var olması” bile cesaretti.
17. Ömrünü “Boşanırsam kimse ne der?” korkusuyla tüketen, çocukları uğruna kendini silen kadınların gözyaşını gördü.
O gözyaşlarını kimse görmez… ama Duygu Asena gördü.
18. Bazı erkekler ona kızdı, nefret ettiğini söyledi. Ama geceleri gizli gizli okudu. Çünkü yazdığı şey sadece kadını değil, erkeklerin kurduğu o sahte düzeni de açığa çıkarıyordu.
19. Feminizmi kavga etmek için değil; insanın insana iyilikle, eşitlikle yaklaşması gerektiği için savundu. Ama kavga hep ona atfedildi.
20. Onu okuyan kadınlar kitabı kapatırken çoğu zaman ağladı. Çünkü satırlarda kendi hayatının sızısı vardı.
Bu, bir yazarın değil; bir yarayı tutan elin etkisiydi.
21. “Şiddet yok, sadece bağırıyor” diyen zihniyeti yıllar önce ifşa etti. Bağırmanın, alay etmenin, değersizleştirmenin bir kadına nasıl ağır bir yük olduğunu herkesten önce gösterdi.
22. Onu sadece “ünlü feminist yazar” diye tanımlamak büyük haksızlıktır. O, bu ülkenin kadınlarının tutanak defteriydi. Kimsenin yazmaya cesaret edemediğini o yazdı.
23. Her satırı, kadınların kendine yıllarca söylemeye korktuğu o cümleye omuz oldu:
“Ben deli değilim.”
“Ben abartmıyorum.”
“Ben yalnız değilim.”
24. Duygu Asena’yı anlamak, sadece kitaplarını okumak değildir.
Evde, sokakta, işte, sofrada, bir kadının gözündeki sessiz acıyı fark etmek, o acıya karşı artık eskisi gibi rahat olamamak demektir.
Ve siz o rahatsızlığı hissediyorsanız…
Onu çoktan anlamışsınız ve bu yazıyı çoktan paylaşmışsınız demektir.


Anlamayana , anlatmayın ;
Görmezlikten geleni , görmeyin;
Herşeyinize sağır olan birini , hiç duymayın...
Hiçbir şey ifade etmediğiniz kimselere büyük anlamlar yüklemeyin...
Yalnız da kalsanız , öylesine vakit geçirilen biri olmaktan kendinizi kurtarmış olursunuz ...
Önceliğiniz kendiniz olsun....

    Zuhal Olcay


Fast kültür tanımı


Fast kültürün okumaya etkisi


Yeni yıl konseptleri başlamış...


Kısa bir avm turundan bir kare...



Hayırlı haftalar size...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder